Yazar "Yuluğkural, Zerrin" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 8 / 8
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Edirne'de erişkinlerde hepatit E virus enfeksiyonu epidemiyolojisi(2009) Eker, Alper; Tansel, Özlem; Kunduracılar, Hakan; Tokuç, Burcu; Yuluğkural, Zerrin; Mayda, Pelin YükselHepatit E virusu (HEV), asemptomatik seyirden gebe kadınlarda sıklıkla görülen fulminant hepatite kadar değişen klinik tablolara neden olabilmektedir. Hepatit E epidemilerinin çoğu kirli su kaynaklıdır ve virus fekal-oral yolla bulaşmaktadır. Yaygınlığı, toplumun sosyoekonomik düzeyi ile yakından ilişkilidir. Edirne'de ilk kez yapılan bu toplum tabanlı çalışmada, il merkezinde HEV seroprevalansının ve risk faktörlerinin saptanması amaçlanmıştır. Çalışmaya, Edirne il merkezinden nüfusu yansıtacak şekilde seçilen 15 yaş üzeri 582 kişi (273 erkek, 309 kadın) alınmış ve bu bireylerin serumlarında HEV IgC antikorları EUSA yöntemiyle araştırılmıştır. Çalışmamızda 3'ü erkek 11'i kadın olmak üzere toplam 14 kişide HEV-lgG antikor pozitifliği bulunmuş ve ilimiz için HEV seroprevalansı %2.4 olarak saptanmıştır. Seropozitif olan olguların yaş ortalaması 50.9 ± 16.8 yıl iken, seronegatif grubun yaş ortalaması 40.7 ± 16.9 yıl olarak belirlenmiş ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p= 0.027). Bu durumun, ilimizde su temini ve çevre sanitasyon koşullarının Türkiye'nin diğer bölgelerine göre daha iyi olması nedeniyle HEV sero- pozitifliğinin ileri yaşlara kaymasından kaynaklandığı düşünülmüştür. Seropozitif ve seronegatif olgular arasında sosyoekonomik düzey açısından anlamlı bir fark gözlenmemiş ve her iki grubun da yüksek sosyoekonomik düzeyde olduğu izlenmiştir. Risk faktörlerinin analizi sonünda; sebze ve meyvelerin yıkanmadan tüketilmesi (p= 0.015), yaşanılan evin betonarme olmaması (p= 0.044) ve hayvancılık ile uğraş (p= 0.046), seropozitif grupta istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptanmış, diğer faktörler (evde ya¬şayan kişi sayısı, hanede şebeke suyunun ya da kanalizasyonun olmaması, tuvaletin hane dışında olması, el yıkama alışkanlığının olmaması, ortak eşya kullanımı, çiğ sebze tüketimi, kan transfüzyonu, tıbbi operasyon, diş tedavisi, sarılık geçirme, sarılıklı kişi ile temas, düşük/ölü doğum, şüpheli cinsel ilişki öyküsü) için gruplar arasında anlamlı bir fark belirlenmemiştir (hepsi için p> 0.05). Edirne'de saptanan HEV sero- pozitiflik oranı (%2.4), ülke ortalamasından (yaklaşık %6) düşük bulunmuş olup, ülkemizin batı illerinden bildirilen sonuçlarla uyumludur. Sonuç%olarak, sebze/meyveyi yıkamadan tüketme alışkanlığı olanlarda seropozitifliğin yüksek olması hijyen kurallarına bireysel olarak uyulmamasının HEV ile karşılaşmada önemli bir risk oluşturduğunu göstermekte, hayvancılıkla uğraşanlarda seropozitifliğin anlamlı olarak yüksek olması ise ilimizdeki sporadik olgularda, kontamine sularla bulaşma dışında da bulaşma yolları olabileceğini düşündürmektedir.Öğe HBsAg Pozitif Hastalarda Hepatit Delta Virüsü Seroprevalansının Retrospektif Olarak Değerlendirilmesi(2022) Eryıldız, Canan; Özgün, Eray; Yuluğkural, Zerrin; Tezel, Ahmet; Şakru, NerminAmaç: Çalışmamızda, HBsAg pozitif hastalarda hepatit delta virüsü (HDV) seroprevalansının belirlenmesi ve anti-HDV saptanan hastalarda hepatit B serolojik belirteçleri ile çeşitli biyokimyasal parametrelerin incelenmesi amaçlandı. Yöntem: Hastanemize Ocak 2015-Aralık 2021 tarihleri arasında başvuran ve anti-HDV çalışılmak üzere laboratuvarımıza örneği gönderilen 1831 HBsAg pozitif hasta çalışmaya dâhil edildi. Hastaların aynı başvuru sırasında incelenen diğer hepatit B serolojik belirteçleri, HBV-DNA düzeyleri, anti-HCV ve anti-HDV test sonuçları ile karaciğer transaminazları, serum albümin ve bilirubin düzeyleri, trombosit sayısı ve INR değerleri de geriye dönük olarak hastane kayıtlarından incelendi. Bulgular: HBsAg pozitif hastaların %3.6’sında anti-HDV testi pozitif saptandı. Anti-HDV pozitiflik oranının erkek olgularda kadınlardan daha düşük olduğu belirlendi (p=0.009). Yıllara göre anti-HDV pozitiflik oranlarında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi (p>0.05). Anti-HDV negatif olgularda HBV-DNA pozitifliğinin, anti-HDV pozitif hastalardan yüksek olduğu belirlendi (p=0.001). Anti-HDV negatif olgularda anti-HBe pozitiflik oranının, anti-HDV pozitif olgulardan yüksek olduğu saptandı (p=0.001). Delta antikoru saptanan hastalarda trombosit sayısı ve albümin değerlerinin antikor saptanmayan hastalara göre düşük olduğu görülürken, INR değerleri yüksek bulundu (p<0.01). Sonuç: HBsAg pozitif hastalarda %3.6 oranında saptanan anti-HDV pozitifliğinin ülkemizde özellikle batı bölgelerde yapılan çalışmalar ile uyumlu olduğu görülmektedir. Hepatit D enfeksiyonunun klinik seyri göz önüne alındığında, hepatit B enfeksiyonlu hastaların hepatit D açısından taranması ve izlemi bu hastalığın yönetimi açısından oldukça önem taşımaktadır.Öğe Hepatik ve kemik-eklem tutulumunun ön planda olduğu iki bruselloz olgusu(2007) Yuluğkural, Zerrin; Akhan, SılaBruselloz dünyada endemik olarak görülen multisistemik bir enfeksiyon hastalığıdır. Gastrointestinal sistem sıklıkla tutulmaktadır ve karaciğer bu sistem içinde en sık etkilenen organdır. Kemik eklem tutulumu da brusellozda sık görülmektedir. Bu yazıda akut kolanjit ve uzun süreli gezici artrit ile seyreden iki bruselloz olgusu sunulmaktadır.Öğe Metisilin dirençli Staphylococcus aureus'un etken olduğu diyabetik ayak enfeksiyonlarında teikoplaninin etkinliği(2007) Gündeş, Sibel; Yuluğkural, ZerrinDiyabetik ayak lezyonlarında en sık etken olan mikroorganizmalar Staphylococcus aureus, koagülaz negatif stafilokoklar ve grup B streptokok gibi Gram pozitif bakterilerdir. Bu çalışmada, 2005-2006 yıllarında yatarak tedavi edilen ve kültürlerinde metisiline dirençli S.aureus (MRSA) üremesi saptanan 29 diyabetik ayak infeksiyonunda teikoplaninin etkinliği incelenmiştir. Üç-altı haftaya tamamlanan tedavi süresince bir hasta (% 3) gelişen yan etki nedeniyle çalışmadan çıkarılmıştır. Yirmisekiz hastanın 25’inde (% 89) klinik şifa ve düzelme saptanırken, üç hastada (% 11) ondördüncü günde MRSA üremesi devam etmiştir. Sonuç olarak, teikoplaninin, MRSA suşlarının etken olduğu diyabetik ayak infeksiyonlarının tedavisinde iyi bir seçenek olduğu görülmüştür. Teikoplaninin özellikle tek doz, intramüsküler ve ayaktan parenteral tedavi koşullarında uygulanabilir olması, diyabetik ayak gibi uzun tedavi seçeneklerini kolay uygulanabilir ve ekonomik kılmaktadır.Öğe Nötropenik enterokolit: Olgu sunumu(2007) Yuluğkural, Zerrin; Üçkardeş, Hüseyin; Mutlu, Birsen; Hacıhanefioğlu, AbdullahNötropenik enterokolit, çıkan kolon ve çekumun nekroz ve perforasyonu ile karakterize akut bir tablodur. Sıklıkla lösemi ile ilişkili olmakla birlikte solid tümörlü hastalarda, multipl miyelomda, aplastik anemi, AIDS ve siklik nötropenide de görülür. Yirmi beş yaşına erkek hasta akut miyelositer lösemi tanısı ile yatırıldı. İdarubisin ve sitozin arabinozid tedavisi başlanan hastada yüksek ateş, karında hassasiyet ve şiddetli ağrı, kanlı ishal gelişti. Direkt batın grafisinde hava sıvı seviyeleri saptanan ve acil olarak ameliyat edilen hastaya tiflitis tanısı kondu, nekroze ince bağırsak bölümü rezeke edildi. On dokuzuncu günde yeniden şiddetli abdominal ağrı, hassasiyet, kanlı ishal ve trombositopeni gelişen hasta yeniden ameliyata alındı. İkinci kez ameliyata alınan hastaya ileyal rezeksiyon yapılarak kolostomi açıldı. Ameliyat sonrası günlerde trombositopeni, kanama pıhtılaşma zamanında bozulma ve gastrointestinal sistem kanaması görülen hasta, tüm tedavilere karşın taşikardi, takipne, bilinç değişikliği ve sepsis kliniği ile kaybedildi.Öğe Servikal lenfadenit eşliğinde gelişen Staphylococcus aureus'un etken olduğu karaciğer apsesi(2009) Çelik, Doğan Aygül; Yuluğkural, Zerrin; Kuloğlu, Hüsnüye Figen; Akata, FilizPiyojenik karaciğer apseleri genellikle safra yolları veya karın içi enfeksiyonlarına sekonder olarak gelişir ve etkenler Enterobacteriaceae ailesi içinde yer alır. Bu raporda, Staphylococcus aureus'un neden olduğu servikal lenfadenitin tedavisi sırasında gelişen bir karaciğer apsesi olgusu sunulmaktadır. Yirmi bir yaşında erkek hasta boynun sağ tarafında şişlik, ağrı, yutma güçlüğü, boğaz ağrısı yakınmaları ile hastaneye başvurmuştur. Fizik muayenede ateş 39°C olup, boynun sağ tarafında, submandibular bölgede ağrılı, hiperemik 3 cm çapında lenfadenomegali saptanmıştır. Boyun bölgesinin manyetik rezonans ile incelemesinde kistik karakterde lenfadenopati saptanmış ve aspire edilmiştir. Aspirasyon materyalinin direkt incelemesinde bol lökosit ve gram-pozitif koklar görülmüş, kültüründe ise metisiline duyarlı S.aureus (MSSA) üremiştir. Hastaya ampisilin/sulbaktam tedavisi (4 x 1.5 g/gün) başlanmıştır. Antibiyotik tedavisinin 9. gününde ateşin devam etmesi ve bulgulara karın ağrısı, bulantı ve kusmanın eklenmesi üzerine karın ultrasonografisi ve bilgisayarlı tomografi (BT) yapılmıştır. Karaciğerde tanımlanan birkaç adet apse BT eşliğinde drene edilmiş; drenaj sonrasında ateşi düşen hastanın ampisilin/sulbaktam tedavisi 6 haftaya tamamlanmıştır. Olgumuzda, servikal lenfadenit etkeni olan MSSA'nın hematojen yolla yayılarak karaciğer apsesine neden olduğu düşünülmüş, ancak etken kan kültüründen ve karaciğer apse materyalinden izole edilememiştir. Sonuç olarak, karaciğer apselerinin uzak bir organdaki enfeksiyona eşlik edebileceği ve sunulan olguda olduğu gibi antibiyotik tedavisinin tek başına yeterli olamayacağı akılda tutulmalıdır.Öğe Trakya Üniversitesi hastanesi sağlık çalışanlarına 2006 yılında uygulanan grip aşısının değerlendirilmesi(2008) Kuloğlu, Hüsnüye Figen; Çelik, Aygül Doğan; Yuluğkural, Zerrin; Erkan, Tülay; Keskin, Serap; Akata, FilizÜlkemizde Doğu Anadolu Bölgesi'nde Ocak 2006 tarihinde insanlarda avian influenza (H5N1) enfeksiyonunun saptanmasından sonra Sağlık Bakanlığı tarafından "Pandemik influenza Ulusal Faaliyet Planı" yayınlanmıştır. Bütün sağlık kurumlarının kendi acil eylem planlarını hazırlamalarının istenmesi üzerine, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 2006 Ağustos ayında çalışmalar başlamıştır. Bu kapsamda sağlık çalışanlarına pandemik influenza ve korunma yolları ile ilgili temel hizmet içi eğitim verilmiş ve sağlık çalışanları Kasım ayında Sağlık Bakanlığı tarafından sağlanan mevsimsel inaktive grip aşısı (Vaxigrip, Sanofi Pasteur, France) ile aşılanmıştır. Bu anket çalışmasında, aşılama sırasında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi sağlık çalışanlarının grip aşısı konusundaki görüş ve düşüncelerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Aşılama öncesi, her sağlık çalışanı aşının endikasyonları, kontrendikasyonları ve istenmeyen etkileri hakkında bilgilendirilmiş ve aşılama hakkında hazırlanan anket formunun ankete katılanlar tarafından yanıtlanması istenmiştir. Katılımcıların, aşılama sonrasında herhangi bir yan etki olduğunda tekrar başvurmaları gerektiği belirtilmiştir. Toplam 1041 sağlık çalışanı (560 kadın, 481 erkek; yaş ortalaması 32.8±8.2 yıl) ankete katılmış, 884 kişi (%85) aşı olmayı kabul ederken, 157 kişi (%15) kabul etmemiştir. Yetmiş iki kişinin (%6.9) 2005 yılında grip aşısı olduğu, 38 kişinin (%3.7) ise ilaç kullanmasını gerektiren kronik bir hastalığı olduğu tespit edilmiştir. Altta yatan hastalığı olan altı kişi (%16) 2005 yılında da aşılanırken, 66 kişi (%6.6) altta yatan hastalığı olmadığı halde 2005 yılında kendi isteği ile grip aşısı olmuştur. Aşı olmayan yedi kişi (%0.7) yumurta alerjisi olduğunu bildirmiş, 84 kişi (%8) ise 2006 sezonunda kendi olanaklarıyla grip aşısı yaptırmıştır. Aşılanmayı kabul etmeyen 66 kişi (%6.3), influenza aşılamasının etkili olmadığını düşündüğünü bildirmiştir. Aşılama sonrası iki kişide (%0.2) deri döküntüleri gelişmiştir. Sonuç olarak, sağlık çalışanlarında influenza aşılamasının, enfeksiyon kontrolünün bir parçası olduğu ve aşı uygulamasının bir hasta güvenliği konusu olduğu bilincinin sağlanması ve yüksek riskli hastalarla teması olan sağlık personelinin aşılanmasının, bu hastalarda influenza enfeksiyonlarının morbidite ve mortalitesinin azalmasına önemli katkılar sağlayacağı konusunda gerekli eğitim ve girişimlerin yapılması yararlı olacaktır.Öğe Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 2000-2005 yılları arasında viral ensefalit ön tanılı olguların retrospektif değerlendirilmesi(2008) Yuluğkural, Zerrin; Çelik, Doğan Aygül; Çelik, Yahya; Kuloğlu, Hüsnüye Figen; Büyükkoyuncu, Nilüfer; Tansel, Özlem; Akata, FilizBu çalışmada, 2000-2005 yılları arasında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Nöroloji ve Enfeksiyon Hastalıkları kliniklerinde viral ensefalit ön tanısı ile izlenen 12'si erkek, 5'i kadın toplam 17 erişkin (>18 yaş) hastanın retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışmamızda hastalarda en sık saptanan klinik bulguların; konfüzyon (n:13; %76.4), bulantı-kusma (n:13; %76.4), dezoryantasyon (n: 12; %70), yüksek ateş ve baş ağrısı (n: 11; %64.7), amnezi (n: 10; %58.8), konvülsiyon (n: 9; %52.9), ajitasyon (n: 7; %41), disfazi-afazi (n: 6; %35.3), ense sertliği (n: 5; %29.4) ve fokal nörolojik bulgu (n: 1; %5.8) olduğu belirlenmiştir. Hastalardan altısının yaz, altısının kış, dördünün ilkbahar ve birinin de sonbahar mevsiminde hastaneye başvurduğu izlenmiştir. Hastaların 11'inde (%64.7) elektroensefalografi (EEG)'de ensefalitle uyumlu anormal bulguların varlığı tespit edilmiştir. Kraniyal manyetik rezonans (MR) incelemesi yapılan hastaların %83.3'ünde (10/12), bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesi yapılan hastaların ise %58.3'ünde (7/12) ensefalitle uyumlu bulgular saptanmıştır. BOS incelemesinde hastaların %17.6'sında (3/17) glukoz düzeyi düşük, %47'sinde (8/17) protein miktarı yüksek bulunmuş, %41.2'sinde (7/17) BOS'nın direk incelemesinde lenfosit hakimiyetinde hücre artışı saptanmıştır. Hastaların %23.5'inde (4/17) BOS bulgularının normal sınırlarda olduğu izlenmiştir. Hastaların tümüne ampirik asiklovir tedavisi verildiği saptanmış; bir hastanın akut dönemde kaybedildiği, 16 hastada ise tamamen iyileşme sağlandığı tespit edilmiştir. Çalışmamızda değerlendiren olgulardan hiçbirisinin BOS örneklerinden yapılan bakteriyolojik kültürlerde üremenin olmaması, klinisyenleri viral ensefalit tanısına yönlendirmiş, ancak ne yazık ki olguların hiçbirisinde viral etkenin tanımlamasına yönelik araştırma yapılamamıştır. Önemli bir sınırlama teşkil eden bu durumun, hastaların başvurduğu dönemlerdeki laboratuvar olanaksızlıklarına ve/veya klinisyenlerin virolojik tanı yöntemleri konusundaki bilgi eksikliği veya duyarsızlığına bağlı olduğu düşünülmüştür.